İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Azize İstanbul’un kurucusu Begüm Koçum ile Fotoğraf, Hafıza ve Müzikal Belgeleme Üzerine Bir Sohbet

Begüm Koçum’un kendi köklerinden ilhamla büyüttüğü Azize İstanbul’dan, müzikal performansları belgelediği Azize Sessions’a birçok işi oldukça ilgiyle takip ediliyor.
Begüm Koçum’un üretimi sadece bir görsel alan değil; hafızayı, geçmişi ve insan hikâyelerini geleceğe taşıyan bir belge pratiği. Biz de kendisine merak ettiklerimizi sorduk.

Fotoğrafçılığı seçme serüveniniz nasıl gelişti?

Fotoğrafçılığı seçme serüvenim içgüdüsel oldu. Bu hikayeyi hep “yuvarlak bir masada toplandığımız çekirdek ailemin kadınlarıyla” ilişkilendiririm. Bir sabah bahçede hep birlikte bir kahvaltı masasındayken biri sofradan kalktı ve gözüm boş olan plastik sandalyeye ilişti, sonra içime bir hüzün çöktüğünü hatırlıyorum. “Bu masadaki sandalyelerden biri bir gün boş kalacak” hissiyle fotoğraf çekmeye başladım. Babamın üniversite zamanından kalma bir Yashica analog fotoğraf makinesi vardı. Bu filmli kamerayla ailemi, arkadaşlarımı, gözüme takılan detayları ve kendimi fotoğraflamaya başladım, bu öyle uzun zaman sürdü ki sonunda belgesel niteliğine dönüştü diyebilirim.

Fotoğraf sizin için bir şeyleri saklamak mı, serbest bırakmak mı?

İstifçi olduğum tek konu; cevabım kesinlikle saklamak.

Azize Fotoğraf & Tasarım Stüdyo‘sunu kurarken sizi en çok heyecanlandıran şey neydi? İsmini anneannenizin annesinden almanız da bu hikâyeyi daha kişisel kılıyor. Azize ismi sizin için ne ifade ediyor?

Ben çocukken annem; bana ve ablalarıma çok eski bir çanta içindeki 1930lardan başlayan aile fotoğraflarını gösterir ve ailesini anlatırdı. Bunu o kadar sık tekrarlardı ki, hiç tanımadığım aile üyelerinin hikâyelerini sanki ben yaşamışım gibi bilirdim. Bu fotoğrafları “Azize Arşiv” (@azizearsiv) olarak instagram üzerinden insanlara ulaşılabilir hale getirdim 2018 yılında, artık bir çantada durmaktan öteye geçip, bazı insanların geçmişlerine hatta köklerine dokunuyor, kimi fotoğraftan falanca birilerinin dedesi, büyükannesi veya başka bir akrabası/tanıdığı çıkabiliyor, yani; hiç tanışık olmadığım insanlarla hem kendi aramda hem de geçmişle bir köprü görevi görerek belgeciliğin tam da anlamına hizmet etmiş oluyor.

Azize Utkan, annemin anneannesinin adı. Her ne kadar kendi hikâyem daha çok anneannem Mualla ile ilişkili olsa da, bu yolculuğun başladığı yer büyük anneanne olduğu için stüdyoma onun adını verdim. Böylece hem annem Tamay’ın anılarını hem de geçmişimizi onurlandırmak istedim.

2016’da kurduğum Azize İstanbul, kadınlara özel anıları kaydetme fikriyle yola çıktı. Amacım, bir kadının estetik ve stil sahibi fotoğraflara sahip olması için illa model, oyuncu ya da ünlü olmasına gerek olmadığını göstermekti. Bu benim günümüz fotoğrafçılık anlayışında kırmak istediğim bir döngüydü çünkü fotoğrafçılık (belgecilik, arşivcilik) belli kalıplara sığdırılamaz; Eğitimim, disiplinim ve kültürüm de bana bunu ögretti. Bu düşünceyle yıllarca Arnavutköy’de bulunan stüdyomda onlarca kadının hikâyesini belgeledik, her birine bu fotoğrafların özel tasarlanan Azize Istanbul albümü içerisinde baskılarını verdik. Böylece tıpkı ben gibi bazıları kendi kültürlerini ve köklerini yıllar sonra dijital dünyadan bakmak veya yapay zekayla öğrenmek yerine (100 yıl sonrasının teknolojisinde ne olacaksa veya) elle dokunarak fotoğraflardan görüp geçmişe tanıklık edebilecekler.

Kadınlardan oluşan bir ailede büyümek ve stüdyoma büyük anneannemin ismini vermek, hayatımda verdiğim en anlamlı kararlardan biri oldu. Azize ismini hâlâ bir kök olarak görüyorum ve bu kökten beslenerek üretmeye devam ediyorum.

Azize Design Studio ise bu yoldaki ikinci durağım oldu. Bu tasarım ofisinde hem global hem yerli müzik şirketleri ve müzisyenlerle yaratıcı projeler üretiyoruz. Geleneğimizi bozmadan her müzisyene muhakkak fotoğraf çekimi sonrası baskı verdiğimizin altını çizmek isterim; kitap veya müze kalitesinde tablolaştırarak. Üretimimi ölümsüzleştirmenin disipliner bir yorumu bu benim için.

Aynı zamanda ticari işlerimiz; reklam, tanıtım, moda gibi fotoğraf çekimleri de bu departmanda yürütülüyor. Tiyatrolara hem tasarım hem çekim desteği verdik örneğin yıllarca, sanat galerileriyle çalıştık. Mimari ve iç mimari fotoğraf alanına ise ayrıca titizlikle yaklaşıyorum. Çok ilgilendiğim alanlardan biridir. Özetle; tasarım ofisimizdeki işleri seçerken de her zaman sanatsal bütünlükle örtüşmesine dikkat ediyorum diyebilirim.

Sizi, Leon Cymbals zillerinin üretim sürecini belgeleyen kısa filminizle ve Deniz Tekin’in albüm sürecini kayıt altına aldığınız dokümanter ile de izledik. Zanaat ve müzikle bu kadar iç içe olmanızın sizin sanatsal dilinize nasıl katkısı oldu?

Müzikle olan bağım da tıpkı Azize İstanbul’u kurma motivasyonum gibi çocukluğuma dayanıyor. Ailemde müzik icra eden biri yoktu ama müzik hep vardı. Annemle babamın müziğe olan ilgisi sayesinde evde, arabada, hatta uyanır uyanmaz müzik dinleyerek büyüdüm. Bu da beni zamanla çok ilgili bir dinleyici haline getirdi diyebilirim. Dinlemek, izlemek kadar üretimin de parçası diye düşünüyorum.

Leon Cymbals projesi geldiğinde çok heyecanlandım çünkü Türkiye’nin dünyaya armağan ettiği en özel zanaatlerden biri zil üretimi. Bu kültürel mirası belgelemek hem teknik hem de duygusal açıdan büyük bir sorumluluktu. 8 dakikalık bu kısa filmde, bir lüthiyerin tutkusunu, yıllar süren emeğini ve üretim disiplinini anlatmak istedim. Aynı zamanda bu atölyenin sahibi de bir müzisyen, Güçlü Arslan; onun kendi sesini yaratma çabası beni çok etkiledi.

Leon Cymbals
Leon Cymbals

Deniz Tekin’in albüm sürecini belgelemek de benzer şekilde anlamlıydı. Neredeyse “çocuk” denebilecek yaşından bugüne kadar güçlü bir yaratım gücüne ve bağımsız bir üretim diline sahip. Politik tavrı, müziğine sinmiş samimiyeti ve duruşu, onu sadece bir müzisyen değil, aynı zamanda bu dönemin güçlü tanıklarından biri yapıyor. Onun sürecini belgelemek benim için sadece bir iş değil; bu topraklarda var olan değerli üretimlere bir tanıklık, bir arşiv yaratma sorumluluğuydu.

Deniz Tekin

Projelerim arasında tematik bir bütünlük kurmayı önemsiyorum. Her biri diğerine dokunuyor.

Bir mekâna girdiğinizde ilk dikkatinizi çeken şey nedir? Işık mı, insan mı, iz mi?

Işık, dolayısıyla atmosfer, daha sonra insan.

Sizin için bir mekânı ya da zamanı ‘fotoğraflamaya değer’ kılan şey nedir?

Fotoğraf çekme hissim “geçip gitmek üzere” olan durumlarda ortaya çıkıyor sanırım. Sürekli gözle görülene odaklanmak yerine, duru görümü kullanıyor zihnim muhtemelen. Çok da cümleye dökebileceğim bir his degil. Dökemedim de zaten 🙂

Analog çekimlerinizi kendi stüdyonuzda banyolayıp baskı alıyorsunuz. Bu süreci bir tür ritüel gibi mi görüyorsunuz? O karanlık odada sizi çeken şey ne?

Ticari olarak analog kamerayla çalışmadıysam eğer; evet filmlerimi kendim banyoluyorum. Hatta bu süreç, Arnavutköy’deki eski stüdyomdan taşınmamın en önemli sebeplerinden biri oldu. Karanlık odada yalnız başıma vakit geçirmek, en çok sevdiğim halimle buluşmak gibi. Şehir içindeyken bunun eksikliğini çok hissettim. Kalabalık oluyordu etrafım hep. Bu yüzden merkezden uzak bir köy olan yine İstanbul’da-Celaliye’de eski bir buğday ambarı tutup burayı yeni Azize ve kişisel atölyem yaptım. Yalnız başıma film banyolamak gerçekten bir ritüel gibi; adeta bir arınma hali benim için.

Begüm Koçum atölye

Burada baskılarımı da oldukça deneysel yöntemlerle alıyorum. Oyun alanım gibi. Çektiğim ve yıkadığım fotoğrafların birçoğu henüz insanlarla buluşmadı bir de. Planlarım arasında var ama izleyiciye açmak bir süre sonra.

Burak Güven’in ‘muganni’ mahlasıyla çıkardığı ilk solo albüm için hazırladığınız kısa film yayınlandı. Bu projede sizi en çok çeken neydi? Ve müzikle görsel anlatım arasında nasıl bir köprü kurdunuz?

muganni
muganni

Burak Güven’in “muganni” mahlasıyla yaptığı “18” ismindeki albümü, benim için kurgulaması zevkli ve de elbette duygusal bir iş oldu çünkü albümdeki 12 şarkı da, onun 17 yaşındaki halinden bugününe uzanan çok kişisel bir hikâyeyi taşıyordu. mor ve ötesi’nden aşina olduğum Burak’ın yaşam öyküsü ve iç dünyası neredeyse ham bir şekilde bu şarkılardaydı.

Ben de bu kadar içten, kişisel ve çok cümlesi olan bir albümü sade ve güçlü bir filmle anlatmak istedim. Çok minimal bir kurgu tercih ettim, “sadeliğin ihtişamı”nı kullandım diyebilirim. Albümü hep kendi aramızda “bu şarkılar birleşince resmen bir müzikal izlettiriyor zihinde” diye betimliyorduk zaten. Bu yüzden görsel anlatımı da müziğin duygusuyla paralel bir biçimde ele aldım. Siyah-beyaz çalıştım ve tüm renklerden arınıp etkileyici bir form yaratmayı hedefledim. Filmde boş alanlar bırakıp o boşlukları dinleyicinin müzikle tamamlamasını istedim.

Çekimleri Göcek ve İstanbul’da gerçekleştirdik. Filmin ana karakterini “Yangın” grubundan Theo Kaya üstlendi, ona Şevval Balaban, davulcu Yağız Nevzat İpek ve çellist Hazal Akkerman eşlik etti ve elbette Burak Güven de filmin hem giriş sahnesinde hem de merkezindeydi.

İçime müthiş sinen bir iş oldu, Türkiye’de bir albüme henüz çekilmiş bir film yok hala, hem bunu ilk kez gerçekleştirmiş olmak hem de “18”in yönetmenliğini ve fotoğraf çekimlerini üstlenmek; yani tüm görsel dünyasını tasarlamak bana çok keyif verdi.

“DENK GELDİ”, “LUX” gibi sergi başlıklarınız oldukça metaforik. Bu isimleri seçerken kelimelerin çağrışımları mı ağır basıyor yoksa serilerle kurduğunuz kişisel bağ mı?

Aslında LUX ismi küratörüm Selvin Gafuroğlu’nun fikriydi ve hiç karşı çıkmadım. Çünkü fotoğraflarımda ışık zaten başroldeydi ve bu başlık tam anlamıyla yerine oturdu. LUX, Latince’de ‘ışık’ anlamına geliyor. Aynı zamanda fotoğrafçılıkta ışığın yoğunluğunu ölçen teknik bir terim. Hem işlerimin merkezindeki ışığa gönderme yapıyor hem de teknik ve kavramsal bir anlam taşıyor.

Bu sergide 1 metreye 2 metre boyutlarında büyük ve parlak baskılar kullandım. Sergi, çok yüksek tavanlı ve beton duvarlı bir mekânda gerçekleşti; fotoğraflar, ışığın etkisiyle adeta mekânla bütünleşti.

DENK GELDİ ise tamamen bana ait ve çok kişisel bir başlık. Bu seride çok küçük baskılar kullandım. İzleyicinin daha yakına gelip bakmasını, neredeyse fotoğrafla baş başa kalmasını istedim. Fotoğraflar, 19 yaşlarımdan beri denk geldiğim ve biriktirdiğim anların oldukça içten bir toplamıydı, çok bendendi.

İki sergim de gerek ölçek gerekse duygusal yaklaşım açısından birbirine tamamen zıt olsa da çok bütünlüklüydü. İyi ki bu sergileri yapmışız.

Bu iki sergi de meslek hayatımda çok gururlandığım projelerimdendir.

Geriye dönüp baktığınızda, sizi siz yapan kırılma noktası neydi?

Sanırım en büyük kırılma noktası üniversite yıllarımdaydı. Bitirme tezim olan Gamze projesi, mesleki hayatımda derin bir iz bıraktı. 2013 yılında “Progeria” (erken yaşlılık) hastalığına sahip Gamze’yi altı ay boyunca her ay Almanya’ya giderek fotoğrafladım. Yakın zamanda bu dünyadan gideceğini bilerek onunla vakit geçirmek ve bu süreci belgelemek, sevdiklerimi kaybetme korkumla yüzleşmeme neden oldu. Aynı zamanda hiç tanımadığım bir çocukla —Gamze’yle— bu kadar güçlü bir bağ kurmak, fotoğrafın benim için ne ifade ettiğini yeniden sorgulamama yol açtı.

Bu proje bittiğinde sadece duygusal olarak değil, estetik açıdan da değişmiştim. Renkli çekmeyi neredeyse tamamen bıraktım. Daha çok forma ve sadeliğe odaklandım. O günden sonra işlerimdeki dilin daha yalın ve doğrudan bir yöne evrildiğini söyleyebilirim.

Bu kırılmanın devamı; yıllar sonra Azize İstanbul’u hayata geçirmemle oldu. Burası, insan hikâyelerine samimi ve özenli bir alan açmak, hayatın içindeki detayları görünür kılmak için kuruldu. Kendi stüdyomu yaratmak hem üretimimi özgürleştirdi hem de bana başkalarıyla çok daha anlamlı bir bağ kurabileceğim bir zemin sundu. Gamze ile başlayan içsel yolculuğum, Azize ile somutlaştı  diyebilirim ve hâlâ devam ediyor.

Gelecekte sadece bir formatla çalışmak zorunda kalsanız; filmli fotoğraf, dijital, video ya da yazı… Hangisini seçersiniz ve neden?

Kesinlikle filmli fotoğraf. Çünkü süreç bana çok iyi geliyor. Yavaşlık, sabır ve fiziksel temas. Bunlar artık üretimimin merkezinde. Analog, beni sadece görüntü değil, zamanla da ilişki kurmaya zorluyor. Dijitalin ve video üretiminin hızından uzaklaşmak, karanlık odada yalnız kalmak ve görüntünün yavaşça belirmesini izlemek benim için çok daha tatmin edici.

Azize Sessions da kısa sürede oldukça ilgi çekti. Bu projeden bahseder misiniz?

Azize Sessions projesi, Azize Design Studio’da sıkça çalıştığım müzisyenlerle onların kariyer yolculuklarına katkıda bulunmak amacıyla başladı. İlk Azize Session’ı Melike Şahin ile gerçekleştirdik. Ardından birlikte üretim yaptığım bazı müzisyenlerle de bu kayıtlar devam etti.

En son, Rap dünyası için bence çok underground ve özel bir müzisyen olduğunu düşündüğüm Ağaçkakan’la altı şarkılık özel bir performans serisi çektik. Bu çekimlerdeki en büyük amacım, onun sahnedeki en iyi ve en samimi halini dinleyicilere gösterebilmekti, dinleyici ve izleyiciden gelen yorumlara göre; öyle de oldu. Tamamıyla canlı performansa dayalı ve hücum kayıt yöntemiyle ilerliyoruz. Müziğin ham haline, anın enerjisine ve müzisyenlerin doğrudan ifadesine çok inanıyorum. Bu yüzden proje çok güçlü.

Azize Sessions’i partnerim Yağız Nevzat İpek ile birlikte yürütüyoruz. Yaklaşık 15 yıldır müzik sektöründe olan Yağız’ın prodüktör rolünü üstlenmesi, süreci benim için çok kolaylaştırdı. Müzikal anlamda benim dışarıdan bakabildiğim birçok detayı o üstleniyor ve bu sayede proje çok daha bütünlüklü hale geliyor. Onun varlığı, Azize Sessions’ın sadece görsel değil, işitsel anlamda da güçlü ve profesyonel bir arşive dönüşmesini sağladı.

Azize Sessions bence sadece bir kayıt serisi değil; müzikal hafızayı tazeleyen, üretimi ve ilişkileri belgeleyen bir arşiv. Çok ses getireceğini düşünüyorum. Diğer Azize Sessions’lar için de yeni isimlerle planlarımız hazır, sadece acele etmiyoruz. Bu proje, zamanı geldiğinde kendiliğinden büyüyecek ve yolunu bulacak.

Bir müzikal performansı görsel olarak belgeleme sürecinde sizin için öncelikli olan unsurlar nelerdir?

Müzisyenle izleyici arasındaki bağı görünür kılmak, bazen sadece bir mimik ya da küçük bir hareketle mümkün oluyor.

O yüzden performansları belgelediğimde hep bir gözüm sahnedeki ana duyguda olur. Teknik kusursuzluktan çok, o anın taşıdığı gerçekliği ve samimiyeti ararım.

Size ne ilham verir?

Klasik anlamda bir ilham kaynağım yok açıkçası. Duygu durumlarımın ve yaşadıklarımın belirleyici olduğunu söyleyebilirim.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir