Anber Onar’ın “in case…” sergisi, çağdaş sanat dünyasında derin izler bırakmaya aday bir proje. Sanatçının yeni dönemde ürettiği eserler, Kıbrıs’taki Art Rooms Galeri’de izleyiciyle buluştu.
Onar, 16 Mayıs’a kadar görülebilecek olan bu sergiyle; toprak, savaş, göç, kimlik ve aidiyet gibi günümüzün en önemli meselelerine dair güçlü bir söylem sunuyor.
Sanatçı ile gerçekleştirdiğimiz röportajda, “in case…” sergisinin arkasındaki düşünsel süreci, eserlerinin anlam katmanlarını ve kendisinin sanat macerasını ve sanata bakış açısını konuşma fırsatı bulduk.

“In Case…” sergisinin temel temasını ve ilham kaynağını nasıl tanımlarsınız? Bu sergi, önceki işlerinizden nasıl ayrışıyor?
“In case…” başlıklı bu proje, zamanımızın hem bölgesel hem de küresel ölçekte giderek derinleşen krizlerinden beslenerek şekillendi. Savaş, göç, ekonomi, iklim ve toprak meseleleri, mültecilerin durumu… Aynı zamanda tanınma ve aidiyet arayışı, kimlik ve ötekilik arasındaki sınırların inşası, içsel ve dışsal yerinden edilme halleri, dışlanma mekânları, birey ve bedenin maruz kaldığı kısıtlamalar, bellek ve unutma pratikleri, bakışın ikircikli doğası ve onun iktidarla olan ilişkisi… Bütün bu meseleler, sergideki işlerin düşünsel zeminini oluşturuyor.
Bu sergide yer alan çalışmalarımı üretmeye yaklaşık iki yıl önce başladım. Kısa bir süre sonra, Art Rooms Gallery direktörü ve küratörü Oya Silbery’nin davetiyle, bu projeyi galeride sergileme fikri kesinleşti. Çalışmalarımda çoğu zaman mekâna özgü (site-specific) üretmeyi tercih eden biriyim; ancak bu yaklaşım genellikle galeri dışındaki kamusal alanlarda karşılık bulurdu. Bu kez, galerinin geniş bir alanını yerleştirmelerime ayırarak, kendi mekânlarını kuran işler üretme imkânım oldu.
Sanırım bu serginin en belirgin farkı da burada ortaya çıktı: Çalışmalar yalnızca birer nesne değil, aynı zamanda kendi mekânlarını, kendi varlık alanlarını inşa eden birer deneyime dönüştü.




Sanatınızda kimlik, aidiyet ve ötekilik gibi temalar sıkça karşımıza çıkıyor. Bu kavramlar sizin için ne ifade ediyor? İzleyiciyi nasıl bir düşünsel yolculuğa çıkarmayı amaçlıyorsunuz?
Kimlik, aidiyet ve ötekilik kavramları, benim için sadece kişisel bir sorgulama olmanın ötesinde, toplumu nasıl etkilediğiyle de çok ilgilendiriyor. Bu kavramların sürekli ve gerçek anlamda sorgulandığı, yaşamımızı etkilediği göz önüne alındığında, bir insan olarak, onları sadece duyumsayarak özel bir durum olduğunu düşünmek yerine, daha çok bu kavramların insanlığı/düşünmeyi nasıl etkilediğini ve bu durumun sadece bize ait olmadığını bilerek irdelemeye çalışmak istedim. Bu kavramların hepsi, psikolojik olmanın dışında, politik olarak da sürekli kullanılmakta, manipüle edilmekte, içleri boşaltılıp yeniden biçimlendirilip doldurulmaktadır. Her yeni biçim verilirken, yeni sınırlar çizilirken bir şeyler daima dışlanmakta ve başkalaşmaktadır.
Bu durum karşısında, değişen kişisel ve toplumsal algının insanı etkileme biçimiyle ilgili olarak duyarsızlaşan bir toplum yaratılmakta, azalan empati ve duygularla yüzeyleşen basit şablonlar ile güdülme olasılıkları artmaktadır. Bir sanatçı olarak, çalışmalarımda, dilin olmadığı bir yerden izleyici ile en ortak noktada buluşup, onda doğacak hissiyatın kendisine canlandıracağı kavramsal bir platformu önermeyi amaçlıyorum.



Serginizde, “bağlı-katlamalar” adını verdiğiniz, özenle katlanmış ve bağlanmış kumaş nesneler (kumaş, deri veya tuval) temel bir yer tutuyor. Bunu biraz daha açar mısınız?
Bağlı-katlamaların her biri ya bir giysi veya bir örtü gibi kumaş ve deriden oluşan yaklaşık 2500 nesneden oluşuyor. Bu nesnelerin en az dörtte üçü kendi aile evimizden toplanmış, geriye kalanlar ise tanıdıklarımın artık kullanmadıklarından oluşuyor. Yani aslında her nesnenin bir sahibi ve birikmiş bir tarihi var. Kimisi doğrudan hasar görmüş diye kullanım dışı kalmış, kimisi çok eskimiş olduğu için. Ancak bunların arasında duygusal bağlarımın olduğu birçok nesneyi, çocukluğumdan beri saklıyor olduklarım da var… Mesela babamın damatlığı, annemin en sevdiğim maxi elbisesi, benim çok değer verdiğim anneannemden kalma ipek dokuma çarşaflarım ve benzeri.
Bu projeyi başlatırken aslında en değersiz, eskimiş, modası geçmiş giysilerimle başlamıştım ve onların her birini birer soyut objeye dönüştürme çabasındaydım. Her bir giysinin kullanım amacından çıkmış, daha kimliksiz bir eleman olarak, hatta daha önce ne olduğuna dair çok fazla ipucu vermeyecek şekilde, onları kendime göre dörtgenler şeklinde kaplayıp sonra da dağılmamaları için bağlamaya başladım.
Bu uğraş, yüzlerce hatta binlerce elemanı katladıkça kendi içinde de önemli bir sürece dönüşüyordu. Bağlı-katlamalar biriktikçe kendi içlerinde gruplar oluşturuyor ve her biri estetik bir obje olmanın yanında, gruplar içerisinde enteresan bir dil oluşturduğunu görüyordum.
Malzemem bitince tekrar tekrar dolapları tarayıp yeni elemanlar bulup dönüştürmeye başladığımda, gittikçe benim yıllardır özenle sakladığım, manevi veya maddi değeri olan nesneleri de artık tutkulu bir biçimde katlı-bağlamalara kattığımı fark ediyordum.
Yani bu dönüştürme sürecinin sonucu beni daha çok tatmin edebilecek bir noktaya doğru götürüyordu.






“In Case…” güncel ve ağır konuları ele alan bir sergi. Hem izleyici için hem de sizin için düşündürücü ve yoğun bir süreç. Böyle bir projeyi üretmek sizin için nasıl bir deneyimdi? Yaratım süreci sancılı oldu mu? Sizi nasıl etkiledi?
Aslında enteresan olan şu; bugün çok güncel görünen bu konular, benim hayatımda hep güncel olageldi diyebilirim. Yani bir savaş ülkesinde doğmuş olmanın, hiç bitmeyen bir güncelliği var benim için. Yerinden edilme, göç, aidiyet, ötekileşme, toprak, adalet gibi konular… Bunlar çocukluğumdan beri hayatımın sessiz ama etkili bir parçasıydı.
Bu yüzden bu konulara duyarlı olmak, onları sürekli sorgulamak, hiç ummadığım anlarda bile bana o çağrışımları hatırlatacak şeylerle karşılaşmak sanat üretimimde de farklı deneyim alanları açtı. In Case… sergisi de aslında böyle bir deneyimin ürünü.
Kullandığım her bir eleman, izleyicinin kendi dünyası içinde bir tür yer değiştirmesini, kendi iç gerçekliğiyle karşılaşmasını tetiklemeyi amaçlıyor. Çünkü bu ağır ve yakıcı meseleler —göç, savaş, yerinden edilme, iklim krizi— sadece birer haber başlığına sıkıştığında, insanlar için giderek duyarsızlaşan, uzaklaşan şeylere dönüşüyor. Oysa bu konuları yıllardır yaşayan bizler için bu ‘güncel’ durum hiçbir zaman sadece haberden ibaret değildi.
Göç haberleri, savaş haberleri, çarpık kentleşme, iklim değişiklikleri… Bugün dünyanın neresinde olursa olsun, bunlar artık hemen her coğrafyayı etkiliyor. Ve ne yazık ki hiçbirimiz buna tam anlamıyla hazır değiliz.
Sanırım bu yüzden bu meselelerin “güncelliği” sadece bugüne ait değil; aksine, hep güncel kalacak bir potansiyel taşıyorlar.




Sergiyle birlikte, hem bu projeye hem de genel sanat pratiğinize odaklanan bir kitap da çıkıyor.Bu kitap nasıl bir içerik sunuyor?
Arkın Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Üniversitesi (ARUCAD) iş birliği ile Press tarafından yayımlanacak olan bu kitapçıkta, çalışmalarımın farklı dönemlerine ve “In Case” sergisine uzanan sürece dair çok yönlü bir perspektif sunuluyor. Kitapçıkta yer alan beş ayrı makale; sanat pratiğimin tarihçesinden “in case…” sergisine kadar uzanan detayları farklı bakış açılarıyla ele alıyor. Metinler, kendi alanlarında son derece değerli isimler tarafından kaleme alındı: Johann Pillai (Akademisyen), Suna Güven (Akademisyen), Michael K. Walsh (Akademisyen), Emin Çizenel (Sanatçı) ve Oya Silbery (Sanatçı & Küratör).
Siz her anlamda bir dünya vatandaşısınız. Bu yüzden yurtdışındaki deneyimlerinizi de merak ediyoruz. Sanat eğitiminiz ve ABD’deki deneyimleriniz sanatsal pratiğinizi nasıl şekillendirdi?
Özellikle 1980’lerde New York ve çevresinde hem eğitimimi hem de çalışmalarımı sürdürmüş olmak benim için gerçekten çok heyecan vericiydi. Sanatta post-modernizm’in en görünür yılları olması ve sanat dünyasının en aktif ve önde gelen merkezinin burası olması nedeniyle kendimi çok şanslı hissediyordum. Amerika’da kaldığım süre boyunca üniversitelerle de sürekli bir bağım oldu ve böylece oradaki entelektüel ortamı birçok açıdan deneyimleme ve kavramları tartışma fırsatı buldum.




Sanatınızı ABD, Türkiye, Yunanistan, Almanya, İtalya, Fransa, İsveç gibi farklı ülkelerde sergileme fırsatınız oldu. Farklı kültürlerde ve coğrafyalarda sanat üretmek ve sergilemek nasıl bir deneyimdi? Bu süreç size nasıl bir perspektif kazandırdı?
Her sergileme – nerede olursa olsun – çok heyecan verici ve güzeldir. Sanırım farklı ülkelerde olması, bir taraftan çok da farklı hissettirmiyor insana; çünkü her yerde sizin işinizi izleyecek olan sanatseverler vardır ve onların ortak noktası siz ve işlerinizdir. Ama diğer taraftan da, sanata bakış ve onu okuma biçimi kültürlere göre değişiklik gösterebilir. Sanat eğitimimin önemli bir bölümünü ABD’de almış olmam; coğrafi olarak Avrupa ve Asya kültürleri ile ilişki kurabilmem ile birleşince, sanırım bakış açımın oldukça geniş bir yerden olabileceğini söyleyebilirim.
Bunu en fazla da İngilizce ile Türkçe arasındaki, zaman zaman tam olarak çevrilemeyecek dil/kavram çelişkilerini fark ettiğim anlarda, yaptığım tercih ve seçimlerde fark ediyorum diyebilirim. Yani bazen düşündüğüm bazı şeylerin bir dilde tam karşılığını bulamazken, diğer dilde o kavramla adeta cambazlık yapacak kadar derinleşebildiğimi fark ediyorum. Görsel bir dil kullanarak ise bazen bu seçme zorunluluğunu bir süreliğine ortadan kaldırabiliyorum.
Birçok farklı sanatsal ifade biçimine hakimsiniz. Bu çeşitlilik yaratıcı sürecinizi nasıl etkiliyor?
Sanatın zaten bir dili olduğunu biliyoruz. Geleneksel, formal ve estetik kaygılardan sıyrılarak sınırları aşmaya, ifade biçimi üzerinden bağlam (kontekst) kurmaya çalışıyoruz. Ancak bunları gerçekleştirebilmenin yolu, entelektüel birikimden ve sahip olduğunuz araçları ne kadar iyi kullanabildiğinizden geçiyor.
Yani, eğer bir duruşunuz varsa ve sanatınızla bir şey söylemek istiyorsanız, bunu oluşturabilecek her türlü imkân ve araç sizin için meşru (mübah) olmalı. Bu noktada farkındalık ve beceri size yardımcı oluyor. Çünkü yalnızca düşünsel olarak yaratıcı olmak, bir şeyi sanatsal bir boyuta taşımak için tek başına yeterli olmuyor.
Sanat yolculuğunuzda sizi en çok etkileyen sanatçılar veya sanat akımları kimlerdi/nelerdi?
20. yüzyıl ile birlikte ortaya çıkan hemen her akım beni heyecanlandırabilir. Özellikle Dada ve Sürrealizm başta olmak üzere… Beni tek bir sanatçıdan ziyade, birçok sanatçının farklı dönemlerde ortaya koyduğu çalışmalar etkilemiştir. Ancak çok beğendiklerim arasında Marcel Duchamp, Andy Warhol ve Robert Rauschenberg gibi isimler yer alıyor…
Sanat sahnesine adım atmak isteyen yeni nesil sanatçılara ne gibi önerileriniz olur?
Sahici ve özgün olmak, tutarlı bir duruş sergilemek.

**“in case…” sergisi, 16 Mayıs 2025 tarihine kadar pazar hariç her gün 13.30 – 20.30 saatleri arasında Art Rooms Galeri’de ziyaret edilebilir.
İlk yorum yapan siz olun