Doğan Duru ile yeni şiir kitabı “Tanrım Pardon Der Misin?” vesilesiyle bir araya gelme fırsatı bulduk. Geniş kitlelerce Redd’in solisti olarak tanınsa da, onu yalnızca bu kimlikle anmak eksik olur. Grubun tüm şarkı sözlerini yazan, bestelerin büyük kısmını yapan ve müziğin ötesinde düşünsel duruşuyla ve tavrıyla da öne çıkan Duru, Türkiye’nin sanat sahnesindeki en dikkat çekici isimlerden biri.
Geçtiğimiz Kasım ayında hayatını kaybeden Peyk grubunun kurucusu ve solisti İrfan Alış’a ve onunla ıslık çalan zamanlara ithaf ettiği “Tanrım Pardon Der Misin?” şiir kitabı üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşimiz şimdi sizlerle.

Şiirle kurduğunuz ilişki nasıl başladı? İlk yazdığınız şiiri hatırlıyor musunuz?
Çocukken, kelimelerin üzerimde garip bir etkisi vardı. Onlarla oynardım, düşürürdüm, toplardım. İlk şiirimi hatırlamıyorum ama yalnızlık hissiyle yazılmıştı, onu biliyorum. Sanki insanın kendine bir mektup yazması gibi… O yaşta anlamını bile bilmediğim kelimeleri bir araya getirip “Bu, bana benziyor” demiştim.
Şiir yazarken sizi en çok tetikleyen duygu ya da düşünce nedir?
Eksiklik hissi. İçimde bir şey hep eksik gibi… O boşluğu doldurmak için yazıyorum. Kaybolan bir an, tutulamayan bir söz, yaşanıp bitmiş ama iz bırakmış bir şey. Bazen bir yabancının yürüyüşü, bazen durakta bekleyen birinin yüzündeki yorgunluk tetikler beni.
Şiirlerinizde zaman, şehirler ve yalnızlık sıkça karşımıza çıkıyor. Bu temaların sizdeki karşılığı nedir?
Şehirlerde kaybolmayı seviyorum çünkü bir şey bulduğumu hissediyorum. Zaman, şehirlerin üzerinde ağır ağır yürürken insanı da dönüştürüyor. Yalnızlık ise bazen özgürlük, bazen de tutsaklık gibi. Ama en çok da tanıdık bir yüz gibi: kapıyı çalmadan gelen biri.
Redd şarkı sözlerinde de sıkça melankoliye, kentliliğe, zamanın izlerine rastlıyoruz. Şiirle şarkı sözü yazımı sizin için nasıl ayrışıyor? Hangi duygu şiiri, hangisi şarkıyı çağırıyor?
Şiir, Barthes’ın yazısı gibi kendi imkânlarını zorlayan, kendine referanslı bir metin alanı. Şarkı sözü ise Benjamin’in “aura” kavramının müzikle birleştiği, toplumsal paylaşım anına açılan bir performans metni. Şiiri çağıran duygu, içsel çatışmanın kendini çözümsüzlükle yüzleştirdiği an; şarkıyı çağıran ise o çatışmayı topluca yaşama, dışa vurma ihtiyacı.

Şarkı sözü yazarı olarak da çok değerli bir yerdesiniz. Aysel Gürel bir röportajında “Şarkı sözü konsantre şiirdir, bir cümlede bir sayfayı söyleyebilmek maharetidir” der. Katılıyor musunuz?
Katılıyorum, ama eklemek isterim ki şarkı sözü, metnin müzikle sentezlenmesiyle çok katmanlı bir “meta-dil” yaratır. Bir cümleyle bir roman anlatmak değil sadece; aynı anda ritim, armoni ve imgeyi de devreye sokarak semiyotik yoğunluğu artırmaktır.

Müzik dinleyicinizle şiir okuyucunuz arasında bir fark görüyor musunuz? Aynı insanın iki farklı sesi gibi mi, yoksa tamamen başka bir ruh hali mi?
Fark var ama yolları aynı yerden geçiyor. Müzik daha dışa dönük bir paylaşım. Şiirse içe doğru bir düşüş. Bazen aynı kişi, ama başka zamanlarda… Biri gece kulübünde tanıdığınız, diğeri sabah otobüsünde karşılaştığınız kişi gibi.
“Yağmur yağıyor, kelebekler ölüyor” diyorsunuz. Bu iki imge bir arada hem çok estetik hem çok yıkıcı. Tezatlardan beslenir misiniz?
Estetikte tezat, Hegel’in diyalektiğinde olduğu gibi hem çelişki hem de sentez yaratır. Tezat imgeler, okurun zihninde çarpışan duyguları görünür kılar; o görünürlük, şiirin estetik gücünün temelidir.
Şiirlerinizde neredeyse bir sinema dili var — odalar, sisler, arka koltuklar… Görsel hafızanızın güçlü olduğunu düşünüyoruz. Şiirlerinizde görselliğin yeri nedir?
Şiir benim için bir montaj işi: imgeleri, sesleri, duyguları kesip biçerek yeni bir anlatı kurmak. Sisli bir koridorun kokusu, arka koltuktaki çarpıntı, bir odanın sessiz çığlığı… Hepsi metnin sinematografik katmanını oluşturur.
“Dekadans” kelimesi sanat & edebiyatta gerileme, düşüş ve yıkılma anlamına geliyor. Bu başlıkta iki adet etkileyici şiiriniz var kitapta. Sizce çürüyen/gerileyen şey daha çok nedir: birey mi, toplum mu, umut mu?
Çürüme, tek bir noktada değil, ilişkiler ağında başlar. Bireyin umudu solduğunda toplum geriler; toplumun solduğu yerde birey erir. Umutsa bu çürümenin içindeki inatçı tohum: hem kırılgan hem direngen.
“Evcilleştik ve bitti özgürlük” diyorsunuz. Sanat üretiminde de bir evcilleşme korkusu oluyor mu zamanla?
En büyük tehlike, kendi yönteminin, kendi sesinin rehaveti. O alışkanlık kafese dönüşür. Sanatçı, her defasında o kafesin duvarlarını sorgulamalı, kırılganlığını korumalı.
En iyi şiirinizi yazdığınızı düşündüğünüz an korku mu duyarsınız, rahatlama mı?
Korku. Çünkü metin tamamlandığında, anlamsal bir boşluğun eşiğine gelirsin; “Acaba bu mu son nokta?” diye sorarsın. Rahatlama, ancak yeni bir soru belirdiğinde gelir.

“Sahte bir güneş vardı hep bahçemizde” dizesi, bugünkü dünyanın sahicilikten ne kadar uzaklaştığını anlatıyor gibi. Sizce çağımızın en büyük buhranı nedir?
Gerçeğin kendisine duyulan inancın erozyona uğraması. Görüntülerin, simülasyonların gölgesinde kaybolan hakikat arayışı… İnsan, artık neye tutunacağını bilemez hale geliyor.
Opera eğitimi aldınız, bir gün o alanda da üretmeyi planlıyor musunuz?
Zaman zaman düşünüyorum. O dünya çok katmanlı, büyük bir disiplin istiyor. Belki bir gün şiiri, sesi ve sahneyi bir araya getirecek bir iş yaparım. Ama illa ki klasik anlamda değil. Kuralları biraz yıkarak…
Şu ara hangi yazarı okuyorsunuz?
Geceleri, eski bir defterin arasında bulduğum yazılara bakıyorum. Ayrıca Geoff Dyer, Murakami, Hasan Ali Toptaş ve genellikle sinema üzerine kitaplar okuyorum kalan vaktimde.
Şiirlerinizin devamı gelecek mi?
Hazırda çok fazla var beni bekleyen şiirlerim… Ama sanırım sıra romanda.
İlk yorum yapan siz olun