Pilevneli Galeri, bu sezon dikkat çekici bir ilk sergiye ev sahipliği yapıyor. Heykel sanatına hem teknik hem duygusal açıdan derinlikli yaklaşımıyla tanınan Kevin Francis Gray, Türkiye’deki ilk kişisel sergisiyle izleyici karşısında. Sanatçı ile söyleşide; mermerin ağırbaşlı duruşuyla porselenin kırılgan dili arasında gezinirken, mitoloji, tarih, kimlik ve dönüşüm gibi konuları naif ve derinlikli anlatış şekline hayran kalıyoruz.
İstanbul’un katmanlı dokusu, İznik çinilerinin zamansız detayları ve sanatçının İrlanda’dan İtalya’ya uzanan yaşam serüveni, bu sergide bir araya geliyor.
Ziyaretçileri hem estetik hem düşünsel olarak etkileyen bu serginin arka planını, sanatçının kendi ifadeleriyle keşfedin.
Röportaj Fotoğraf: Joe Petini
Türkiye’deki ilk kişisel serginiz Pilevneli Galeri’de açıldı ve biz oldukça heyecanlıyız. Ziyaretçilerin Pilevneli’deki serginizde ne tür duygular hissetmesini umuyorsunuz?
Ziyaretçilerin, Pilevneli’deki eserlerle karşılaştıklarında bir samimiyet ve açıklık duygusu hissetmelerini umuyorum. Bu sergi, kişisel ve sanatsal bir yolculuğu – formun, içeriğin ve kimliğin sürekli sorgulandığı bir süreci – benimsiyor. Heykeller hem anıtsal bir varlık taşıyor hem de duygusal bir incelik barındırıyor. Mermerdeki o ince gerilim ya da porselende beliren öngörülemez çatlaklar aracılığıyla, izleyicilerin kırılganlık ve güç, durgunluk ve geçiş hali arasındaki dengeyi hissetmelerini istiyorum. Aynı zamanda her bir işin arkasındaki emeği, heykel sanatıyla süregelen merakı, zanaate bağlılığı ve malzemelerle, şekillerle kurulan evrilen diyaloğu da takdir etmelerini diliyorum.
İstanbul’la olan ilişkinizi merak ediyoruz. “Fragile Heads” seriniz İstanbul’dan ilhamla yaratılmıştı. Şehir, sanatınızı nasıl etkiledi? İstanbul’un sizi en çok etkileyen yönü ne oldu?
İstanbul beni ilk andan itibaren katmanlı yapısıyla etkiledi: köklü tarihi, kültürel geçişliliği ve canlı dokuları, renkleri… Ayrıldıktan sonra bile bir şey hep kaldı içimde: Doğu ve Batı, eski ve yeni, kırılganlık ve dayanıklılık gibi zıtlıkları zarifçe içinde barındırma hali. “Fragile Heads” serisi, bu şehre duyduğum minnettarlığın bir ifadesi. Onun görsel ve duygusal ahengini kutlamak, bir şekilde bu cömertliğe teşekkür etmek istedim.



Young Janus, 2020

İznik çinilerinden ilhamla kırılganlık ve süreklilik temalarını işliyorsunuz. İznik çinileri sizde nasıl bir etki bıraktı? İznik’e gidip çinileri yerinde görme şansınız oldu mu?
2024 Eylül’ünde İstanbul’daki camileri gezerken karşılaştım ilk kez İznik çinileriyle. Varlıkları hem kutsal hem canlı gibiydi. İncelikli işçilikleri, canlı mavi ve kırmızı tonları ve desenlerin adeta meditasyon gibi yinelenen yapısı, yalnızca görsel değil, aynı zamanda kavramsal bir ilham kaynağı oldu benim için. Zamanla oluşan çatlaklar ve kusurlar bile güzelliklerini artırmıştı. Porseleni seçmemin nedeni de bu ruhu yansıtmasıydı: kırılgan, öngörülemez, çatlamaya meyilli ama aynı zamanda parlak, dayanıklı ve ifade gücü son derece yüksek.
Young Sun Boy ve Young Janus gibi heykellerinizde mitolojiye referanslar bulunuyor. Yeni serginizde de tarihsel ve mitolojik anlatılarla çağdaş formlar arasında bir köprü kuruyorsunuz. Mitoloji sizin için neden bu kadar önemli? İstanbul’un zengin tarihsel dokusu bu ilgiyi nasıl etkiledi?
Mitoloji; kimlik, geçiş, güç ve ruhsallık gibi temalarla bağ kurmamı sağlayan bir hikâye kaynağı. İrlanda’da büyümüş biri olarak, Kelt mitolojisi kültürel geçmişimin bir parçasıydı: tanrılar ve atalara dair hikâyelerle büyüdüm. İstanbul’un mitlerle dolu tarihi ve çok katmanlı anlatıları da bu ilgi alanımı doğal bir şekilde besledi. Örneğin; Young Janus gibi eserlerde – Roma tanrısı Janus iki yüzü olan bir tanrıdır; biri geçmişe, biri geleceğe bakar. Young Janus mitolojik sembolden yola çıkarak yapılmış çağdaş bir heykel tasarımıdır – konuya yalnızca mitolojik rolleri açısından değil, günümüzde hâlâ yankılanan, etki bırakan yönleriyle de yaklaşıyorum. Bu figürler sayesinde geçmişle şimdiyi, gerçeklikle arketipselliği birleştiren, kişisel hikâyemle kolektif hafıza arasında bir diyalog kuruyorum.
Ceridwen, Manannán ve Oisín gibi karakterler üzerinden bir anlatı kuruyorsunuz. Bu figürlerin mitolojik anlamları ve modern dünyadaki yansımaları hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Kelt mitolojisinde Ceridwen; dönüşümün, yeniden doğuşun ve ilhamın tanrıçasıdır. Manannán; eşikler arasında duran, dünyalar arasında geçişi sağlayan bir tanrıdır. Oisín ise hem savaşçı hem ozan; geçmişle şimdi arasında sıkışmış bir figürdür. Bu karakterler geçmişe ait kalıntılar değil. Onlar, bugün de geçerli olan insan deneyimlerini yansıtıyor: değişim, yerinden edilme, özlem ve ikilik (zıtlık içeren birliktelik). Bu mitolojiler hâlâ bizimle çünkü dayanıklılık, geçiş ve anlam arayışına dair güçlü metaforlar sunuyorlar.

Eserlerinizdeki figürler hem güçlü hem kırılgan. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz? İzleyicilerin bu figürlerdeki duygusal geçişleri nasıl deneyimlemesini istersiniz?
Bu denge benim işimin temelinde yer alıyor. Stabilite ile kırılganlık, varlık ile yokluk arasındaki alanlar beni çekiyor. Mermerin sertliği ya da porselenin çatlama hali… Her malzeme kendi gerilim dilini konuşuyor. İzleyicilerin bu işlerin çevresinde dolaşırken o duygusal ve fiziksel geçişleri hissetmelerini istiyorum. Boşluklar, kütle kadar önemli. Bir duygu dayatmıyorum ama insanlar kendi hislerini bu alana yansıtabilsin diye bir alan yaratıyorum.
Eserlerinizin estetik anlayışında zamansız bir hava var. Kendinizi geçmişe mi yoksa geleceğe mi daha yakın hissediyorsunuz?
Geçmiş benim için bir sıçrama tahtası. Geleneği bugünde nasıl yeniden etkin kılabileceğimle ilgileniyorum. İşlerim genellikle “oluş hâlinde” olarak tanımlanıyor – bu da zaman algımı iyi ifade ediyor. Nerede olduğumuzdan ya da nereye gittiğimizden çok, o aradaki gerilim alanıyla ilgileniyorum.



Bir heykelin tamamlandığını nasıl anlıyorsunuz? Yoksa her iş sadece belli bir noktada durduğunuz, ama aslında hiç bitmeyen bir süreç mi?
Her işin bir anı var – müdahaleye devam etmenin o işin enerjisini azaltacağı, derinliğini kaybettireceği bir an. Heykelin yeterince “konuştuğunu” hissettiğim o sezgisel noktada duruyorum. Genellikle çözülmüş olanla açık kalan arasındaki gerilim, esere dinamizm ve canlılık kazandırıyor.
İtalya tarihi eserler açısından adeta bir cennet. Orada yaşamayı seçmenizde mermer sevginizin payı var mıydı?
Mermer karşısındaki merakım ve hayranlığım beni Pietrasanta’ya götürdü – adı bile “kutsal taş.” Burası Toscana’da, Apuan Alpleri’nin eteklerinde, taş ocaklarıyla çevrili, taşla yaşayan ustaların olduğu büyüleyici bir kasaba. Mermerin burada ele alınış biçimi neredeyse romantik: gösterilen özen, dikkat ve saygı… Ustalar taşın “ruhundan”, dağla, toprakla ve heykel geleneğiyle bağından bahsediyor. Bu sadece bir malzeme değil; bir yerin ruhu. Beni içine çeken şey tam da buydu.

Son olarak merak ettiğimiz konu da, stüdyonuzda en sık ne tür müzikler çaldığı.
Güne göre değişiyor. Bazen tam anlamıyla safkan country & western, bazen odaklanmam gerektiğinde minimalist piyano, araya bolca death metal serpiştiriyorum. Tuhaf bir karışım, biliyorum ama stüdyoda enerjiyi canlı tutuyor.

E-BÜLTEN ABONELİĞİ
E-Bülten aboneliğiyle en güncel haberler e-posta kutunuzda!
İlk yorum yapan siz olun